Bilgi-Depo " Yer Gök Bilgi "

Kudüs ve Mescid-i Aksa`nın İslam`daki yeri

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça, Medeniyet İlim Kültür Eğitim ve Dayanışma Derneği

Tevhid inancının önderleri olan peygamberlerin Allah`ın dinini en yoğun olarak insanlara tebliğ ettikleri kutsal bir mekân olan Kudüs, tarih boyunca birçok devlet ve milletin ilgi odağı hâline gelmiştir.

Tarihte farklı isimlerle anılan şehrin en çok bilinen ve en çok kullanılan isimleri Asuriler zamanında kullanılan Urusilimmu, Ursalimmu; İbraniler tarafından kullanılan Yruşim veya Yeruşalayim yahut Yerûşalem`dir. Grekler burayı `kutsal şehir` anlamında Heirosolyma; Latinler ise Jerusalem diye isimlendirmişler ve bu isim bütün Batı dillerinde bu veya buna yakın bir telaffuzla anılmıştır.

Yeruşalayim ismi Arapçaya`kutsal ve esenlik yurdu` olarak çevrilince Tevrat`ın Arapça metinlerinde şehrin ismi Darusselam diye anılmıştır. Hatta tam manasıyla `esenlik ve barış şehri` anlamında da Medinetu`s-Selam diye isimlendirilmiştir.

`Kutsal belde, kutsal şehir` şeklinde vasıflandırılan bu mübarek belde; `doğruluk şehri, Allah`ın şehri, barış şehri, inananların şehri` şeklinde de anılmıştır. İslam tarihi kaynaklarına bakıldığında ise şehre hemen hemen aynı anlama gelen `kutsal şehir, bereket yurdu, mukaddes mekân` anlamında `Kuds` adı verilmiştir. Veya`kutsal ev` anlamında Beytulmakdis/Beytulmukaddes şeklinde isimlendirilmiştir. Aslında İbraniler buraya, Hz. Davud(a.s.)`un inşa ettiği kutsal mabed için kullanılan bir isim olarak önce mabed, sonra da şehir için Beth Makdeşe veya Beth Ha-Mikdaş adını vermişlerdir. Aramice ile Arabicenin birbirlerine olan yakınlıklarından dolayı da bu isim Arapça kaynaklara Beytu`l-Makdis şeklinde yansımıştır. Şehrin adı Kur`an-ı Kerim`de Maide suresi 21. ayette `Kutsal toprak` anlamında `el-Ardu`l-mukaddese` şeklinde geçmektedir. Kaynaklarımızın bir kısmında da Mescid-i Aksa için `Kudüs`teki el-Beytü`l-Mukaddes` denilmektedir. Kur`an-ı Kerim`de ise bu kutsal mabede `etrafı bereketli kılınmış mescid` denilerek `el-Mescidu`l-Aksa` adı verilmiştir. İslam kaynaklarının bir kısmında da Eyle, İlia veya İliya diye anılmasının nedeni, şehrin Romalılar tarafından işgal edilmesi üzerine yeniden yapılandırılmış olmasıdır. İslam öncesi Arapları, Romalılar ve Bizanslılar zamanında bu şehre sık sık gelip gittikleri için şehre dönemin Roma İmparatoru Adriyanos`un asıl adı olan `Alius`tan dolayı Alius`un şehri anlamında İliya demişlerdir.

Bu çerçevede, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem(a.s.)`in dünyaya indirildiği, Havva ile buluştuğu ve yeryüzünde ilk ibadetini yaptığı yerler kutsal sayılmış ve bu kutsallık önemli ibadetler için mekân kabul edilerek bu yerlerin önemi nesilden nesile aktarılarak devam etmiştir. Bugüne intikal eden bazı bilgilere bakılırsa Hz. Adem ve Hz. Havva`nın buluşma mekânları Arafat Tepesi`dir. Kutsallığı da o günden bu yana devam etmektedir. Daha sonra Hz. İbrahim`in, eşi Hacer ile oğlu İsmail`i Bekke/Mekke Vadisi`ne getirip bırakmasının ardından susuz kalan anne ve bebeğinin su ihtiyacını karşılamak üzere Cenab-ı Allah`ın hikmetiyle fışkıran zemzem suyu ve çıktığı yer; Hz. İbrahim`in oğlunu kurban etme meselesinden dolayı Mina ve Müzdelife gibi yerler, mukaddes mekânlar olmuş ve bunlardan Mina, Allah`a yakınlık maksadıyla kurban kesme mekânı olmuştur. Aynı şekilde İbrahim ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından Allah`ın emri üzerine insanlar için bir ibadet mekânı olsun diye inşa edilen Kâbe, kutsal bir mabed olarak kabul edilmiştir (Al-i İmran; 96).

Hz. Musa`nın ilk vahyi aldığı mekân olan Tuva Vadisi(Ta-Ha; 12) ile levhaları aldığı Tur Dağı(Tur; 1, Tin; 2); Hz. Davud`un yaptırdığı ve oğlu Süleyman tarafından tamamlanan mabet, Mescid-i Aksa ile Hz. İsa`nın doğduğu mekân olan Beytullahm vb. yerler de kutsal mekânlar olarak kabul edilmiştir. Bu gibi yerlerin kutsallığı buralarda meydana gelen olaylardan ötürüdür ve kutsallıkları vahiyle teyit edilmiştir. Kâbe`nin kutsallığı ile ilgili inanç, Hz. İbrahim devrinden itibaren bu bölgede yaşayan insanlar tarafından devam ettirilmiş ve bu kutsallık daha sonra şirk dönemlerinde dahi sürdürülmüştür. Hz. Muhammed(a.s.)`in peygamberliği ile bu kutsiyet yeniden teyit edilerek ebediyen, kıyamete kadar süreceğine iman edilmiştir. Resulullah`ın Yesrib`e hicret etmesi üzerine onun talimatıyla sınırları belirlenip `hicret yurdu` olarak kabul edilen ve `Peygamber şehri` anlamına gelen `Medinetu`n-Nebi` adıyla anılan şehir ve burada Peygamber ve arkadaşları tarafından inşa edilerek `Mescidu`n-Nebi` diye anılan mescit de bu kutsal mekânlar arasında yer almıştır.

Bütün bu kutsal mekânlar içinde üç dinin mensupları tarafından kutsal kabul edilen Kudüs ve Mescid-i Aksa, dünya tarihinin son 21 asrında, âdeta paylaşılamamaktadır. Ancak bu şehrin ve içindeki mekânların kutsallığı Allah tarafından belirlendiğine göre, Allah`ın indirdiği hükümler ve şeriatların hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi de yine vahiy gereğidir. Bu şehir ve şehirdeki kutsal yerlerin paylaşılamaması meselesine daha sonra değinmek üzere, son ilahi vahyin ve son Peygamberin Rabbinden aldığı ahkâma dayalı olarak kutsallıklarının en son durumlarını incelemeye çalışalım.

Kudüs, imar edildiği günden bu yana Şam diyarının merkezi ve başkenti olagelmiştir. Hz. İbrahim ve Hz. Lut`un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir, `Biz onu (İbrahim`i) ve (yeğeni) Lut`u âlemler için mübarek kıldığımız arza (yere ulaştırıp) kurtardık.` (Enbiya; 71). Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, Cenab-ı Allah`ın hikmetiyle buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip defnedilmesi veya meyve ve sebzelerle etrafının bereketlendirilmiş olmasından ileri gelmektedir.

Aynı şekilde, Kur`an-ı Kerim`in Mescid-i Aksa`dan söz ederken etrafının mübarek kılındığını ifade etmiş olması da son derece manidardır. `Kulunu geceleyin Mescid-i Haram`dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa`ya götüren (Allah) bütün eksikliklerden münezzehtir. Ona ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (bu yolculuğu yaptırdık). Şüphesiz ki O, işitendir görendir.` (İsra, 1).

Yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin Mekke`deki Mescid-i Haram olduğu bilinmektedir. Bu mescidin Hz. Adem veya ondan sonra gelen evladından birileri tarafından inşa edilmiş, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından da bu inşanın yenilenmiş olduğu kaydedildiği gibi; Hz. İbrahim ve İsmail (a.s)`in ilk temellerini atıp ilk defa bu mabedi yaptıkları da ifade edilmektedir.

Yeryüzündeki ikinci mescidin ise Mescid-i Aksa olduğu Peygamber (a.s)`den gelen hadislerle anlatılmaktadır. Bazı tarihçi ve yorumcuların kanaatlerine göre, Mescid-i Aksa`nın inşasına Hz. Davud (a.s) tarafından başlanmış Süleyman (a.s) tarafından bitirilmiştir. Bir başka yoruma göre ise bu mescit, Davud (a.s)`dan önce vardı. Fakat onun zamanına gelinceye kadar bina bir hayli hırpalanıp eskidiği için Hz. Davud ve Süleyman (a.s) tarafından yeniden inşa edildi. Hz. İbrahim (a.s)`den Hz. İsa (a.s)`ya kadar birçok peygamberin bu bölgeden gelip geçmesinden ve tevhid inancının kutsallığının onaylandığı Mescid-i Aksa`nın burada bulunmasından dolayı burası etrafı mübarek kılınmış bir bölgedir.

Hz. İbrahim`in bir oğlu kutsal mekân olan Hicaz`da, diğer oğlu bir başka kutsal mekân olan Kudüs ve çevresinde bulunuyordu. Hz. İshak ve oğlu Yakub, Filistin ve Kudüs`te hüküm sürerken; Yakub (a.s)`un oğlu Yusuf`un Mısır`a yerleşmesi ve sonra ailesini yanına aldırmasıyla bu kutsal mekânın yöneticileri bölgeyi tümüyle terk etmemiş, yerlerine salih ve Allah`a itaat eden ve kendileri gibi iman eden kimseleri görevlendirmişlerdi. Zira bütün kutsal mekânlar, Allah`ın hükümlerinin yeryüzünde en mükemmel şekliyle uygulandığı ve Allah`ın razı olacağı adalet ilkelerine ve tam anlamıyla tevhide bağlı adil ve vahye dayalı idareciler tarafından yönetilmelidir. Yeryüzüne salih kulların mirasçı olabileceğini Cenab-ı Allah hükme bağlamış ve bu durum âdeta bir sünnetullah olmuştur.

`Hani Rabbi İbrahim`i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. Allah: `Ben seni insanlara imam (önder-yönetici) kılacağım` demişti. (İbrahim de): `Zürriyetimden de` (önderler olsun) demişti. Allah: `Ahdim zalimlere erişmez,` buyurmuştu.` (Bakara; 124). Yani, Cenab-ı Allah zalimleri asla önder kılmam buyurmuştu. Bu ayetin ve `And olsun ki Biz Tevrat`tan sonra Zebur`da da: `Yeryüzüne benim salih kullarım mirasçı olur.` diye yazdık` (Enbiya; 105) ayetinin hükmüne göre, bu kutsal mekânlar, ilkelerini verdiğimiz adil yöneticilerin idaresinde olabilir.

Bu çerçevede Hz. Yakub ve Yusuf, Mısır`a yerleşmelerinden sonra Kudüs ve Filistin çevresini de kendileri gibi iman edenlerin yönetiminde ve kontrollerinde tutuyorlardı. Ancak Filistin`e Amalikalıların, Mısır`a da firavun yönetiminin hâkim olmasıyla bu bölgelerde yaşayan insanların tevhidden uzaklaşmaları üzerine, Cenab-ı Allah yeni bir peygamber olarak Hz. Musa`yı gönderdi. Musa (a.s), kavmini ve firavun yönetimini Allah`ın ahkâmına uysunlar ve ona ibadet etsinler diye tevhid inancına davet etti. Kendisine iman edenlerle birlikte Mısır`dan çıkıp Filistin`e gitmek üzere yola koyuldu. Ancak Musa`nın kavmi Allah`ın kendilerine verdiği tüm nimetlere rağmen mukaddes topraklara girmeleri emrolunduğunda orada zalim ve zorba bir toplum olduğunu, onlar oradan çıkmadıkça mukaddes bir yer de olsa asla oraya girmeyeceklerini söyleyerek Musa`ya `…Git, sen ve Rabbin onlarla savaşın, biz burada oturuyoruz.` (Maide; 24) diyecek kadar azgınlaştılar. Bunun üzerine Musa; `Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fasık kavmin arasını ayır.` diye dua etti. Hz. Musa`nın bu duasından sonra Cenab-ı Allah Musa`ya; `40 sene o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O fasık kavim için üzülme!` dedi (Maide; 25-26) ve kendilerine verilen bunca güzel nimetlere rağmen Allah`ın dinine sahip çıkmayan bu kavmi 40 yıl müddetle Tih Çölü`nde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere cezalandırarak kutsal mekânlara fasıkların sahip ve mirasçı olamayacağını bildirdi.

Kudüs`e gelince; Hz. Peygamber, İsra ve Miraç mucizesinin burada gerçekleşmesinden dolayı bölgenin kutsiyetini ifade buyurarak Mescidu`l-Aksa`nın İslam dini nazarında kutsal bir mekân olduğunu ilan etmiş ve Mekke ile Medine`nin yanında üçüncü kutsal belde olarak bu şehirden söz etmiştir.

Hz. Peygamber; `Ziyaretler ancak üç mekâna yapılır. Mekke`deki Mescidu`l-Haram`a, Medine`deki benim bu mescidime ve Kudüs`teki Mescid-i Aksa`ya.` buyurmuştur. Rasulullah`ın bu hadisi ile bu üç belde İslam`da kutsal ilan edilmiş ve bunların dışında kutsiyeti olan başka bir dördüncü şehirden söz edilmemiştir. Ancak Şam ve İstanbul da hadislerde zikredildiklerinden bir bakıma kutsiyetlerine işaret edilmiş beldelerdir.

İslam`ın Mekke`de ilk tebliğ edildiği günlerde bu dinin en önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa`ya yönelerek kılınması İslam`ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça gösterir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhid inancının bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır. Kudüs ebediyen İslam`ın ilk kıblesi olma özelliğini koruyacak ve Müslümanlar buraya sahip çıkmak zorunda olduklarını hep idrak edecek ve bu beldenin Haçlı veya Yahudiler tarafından işgal edilmesi hâlinde tarihte olduğu gibi mutlaka kurtarılması gereğine inanarak çalışacaklardır.

Aslında Kudüs Yahudilerin değil, Hz. Adem`den bu yana gelen tevhidin temsilcisi peygamberlerin mirasıdır. Bu miras nesilden nesile Allah`a itaat eden salih kullara devredilmiş ve onlar buna sahip çıkmışlardır.

Cenab-ı Allah bu kutsal toprakların daima salih kimselerin yönetiminde kalmasını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hâkimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istemiştir. Bunun için de sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip hep onları uyarmıştır. Hz. Musa`dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup birçok peygamberin (Davud ve ardından Süleyman`ın) bu topraklarda Allah`ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihad etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut`u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat onlar yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde, (Davud ve Süleyman (a.s)`dan sonra) bu kutsal mekân ve toprakların mutlaka mümin ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriya ve Yahya (a.s)`yı öldüren kitlenin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.

Yahudiler bu topraklara Hz. Musa zamanında sahip çıkmayıp, `Git, sen ve Rabbin savaşın…` demişler ve bu kutsal mekânları korumaya yanaşmamışlardır. Bu tutumlarının sonucunda da kutsal topraklar ellerinden alınmıştır. Hatta onlar bu yerleri koruma fırsatı ellerine birkaç kez geçmesine rağmen aynı isyan ve korkaklığı gösterdikleri için artık bu mescit ve çevresi hakkında hiçbir sahiplik iddiasında bulunamayacaklardır. Bu durumu Cenab-ı Allah onlara çeşitli vesilelerle defalarca bildirmiştir. Buna rağmen çağımızda dünyayı fesada boğarak Filistin`i işgal edip bunca insanın kanına girmeleri, boşuna günah çıkartma gayret ve ikiyüzlülüklerinden başka bir şey değildir.

Bu nedenle Cenab-ı Allah, salih bir kulu ve habibi olan son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)`e bu kutsal mekânı teslim etmek ve bu yerlerin kıyamete kadar onun ve ümmetinin elinde kalmasını temin etmek için onu İsra ve Miraç vasıtasıyla alıp oraya götürmüştür. İsra olayında bir devir teslim merasimi vardır. Cenab-ı Allah, İsra ve Miraç gecesinde bu mekânı bütün peygamberlerin ruhlarının şahitliğiyle Rasulullah (s.a.v.)`a teslim etmiş, o da bu mübarek şehri ümmetine bir miras olarak devretmiştir. Burada Cenab-ı Allah`ın bu devir ve teslimden sonra bu mukaddes şehir ve mescidi, peygamberlerini katleden ve yeryüzünü fesada boğan bir milletin elinden alarak Rasulullah`a teslim ettiği gayet açıktır.

İşte bundan dolayı biz Müslümanlar inancımız gereği Hz. Peygamber`in İsra ve Miraç mekânı olan bu yere büyük bir kutsiyet izafe edip buranın ebedi kutsiyetine inanırız. İslam fetihlerinin ve İslam`ı bütün insanlığa tebliğ maksadıyla Hicaz bölgesinden çıkarak dünyaya açılmanın ilk günlerinde, ulaşılması ve fethedilmesi gereken bir mekân olarak görülen Filistin ve özellikle Beytu`l-Makdis (Kudüs), fetih hareketlerinin başlangıcında İslam toprağı hâline getirilen ilk yerlerdendir. Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dâhil edilmiştir.

Hz. Ömer zamanında her gün genişleyen İslam fetihleri, Ecnâdeyn Zaferi`yle Bizans kapılarını iyice araladı. Hristiyanların kutsal merkezi olan Kudüs`ün de içinde bulunduğu Filistin bölgesi, Suriye orduları başkumandanı Ebu Ubeyde İbnu`l-Cerrah`ın yönetiminde fethedildi. Şehri bizzat halifeye teslim etmek isteyen Kudüslülerin talebi üzerine Hz. Ömer İbnü`l-Hattab, İslam ümmetinin halifesi olarak başkent Medine`den çıkıp Filistin`e geldi. Son derece mütevazı elbiseler içinde Kudüs`e giren Hz. Ömer, şehre İslam`ın verdiği izzet ve şerefle girdiklerini, üzerindeki yamalı elbiselerin hiçbir değeri olmadığını hâl ve davranışlarıyla anlatıyordu. Büyük Halife Hz. Ömer, şehrin anahtarını Patrik Sophronios`tan bizzat teslim aldıktan sonra, burada yaşayan ve Müslüman olmayan kimselere tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı bir eman verdi. Bu tarihten sonra Kudüs, Haçlı işgaline kadar sürekli İslam devletlerinin hâkimiyetinde kaldı.

Hz. Ömer burada, Rasulullah`ın vefatından sonra hiç ezan okumayan Bilal-i Habeşi`den Mescid-i Aksa`da ezan okumasını istedi. Mekke`nin fethi günü Rasulullah`ın emriyle Kâbe`de ezan okuyan Hz. Bilal (r.a.), Peygamberimizin vefatından sonra ilk kez Mescid-i Aksa`da ezan okudu ve şehir son mirasçılarına tamamen teslim oldu. İşte bu mübarek şehir Kudüs, kıyamete kadar tüm Müslümanlara ve ümmete Hz. Ömer`in yadigârı ve emaneti olarak kalacaktır.

Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde 14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa`ya yönelerek kıldığı bu mukaddes mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs`ün- işgal altında olması bütün ümmet için bir zuldür. Şehir, tarihte zaman zaman Haçlı veya Yahudiler tarafından işgal edilmişse de bu işgaller kısa süreli olmuş ve Müslümanlar bu beldeyi kurtarmanın yolunu bulmuşlardır. Haçlılar büyük ordular hâlinde Filistin`e saldırıp bir asra yakın bir müddet buraya yerleşmişler ancak onların orada ebediyen kalacaklarına hiçbir Müslüman inanmamıştır. 638 yılından 1099 yılına kadar İslam beldesi olarak kalan bu mübarek şehir, 461 yıl süreyle el-Makdis gibi çok sayıda büyük ilim ve fikir adamları yetiştirmiş, büyük bir kültür merkezi hâline gelmiştir. 1099 yılına gelindiğinde Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88 yıl gibi tarihte hiç önemi olmayacak kadar kısa bir süre işgal altında kalmıştır.

Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs`ü kuşattığında Beytü`l-Makdis`e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak istemiş, bunun için de birkaç kez çok elverişli şartlarla Haçlıları teslim olmaya davet etmiş ancak netice alamamıştır. O, bu kutsal şehrin surlarını yıkmak, binalarını yok etmek ve en ufak bir taarruzla şehre zulüm yapmaktan çekiniyordu. Bu nedenle o da Hz. Ömer gibi barış yoluyla şehri teslim almaya çalıştı. Bunun için şehre elçiler gönderip, `Kudüs`ün Allah`ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum.` dedi.

Kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. Temennimiz, İslam dünyasındaki uyanış ve direniş hareketlerinin güç kazanması, bu kutsal mekânların tekrar Allah`ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçmesidir. Bunun ilk işaretlerinin görülmeye başlanmış olması bu ümidimizi arttırmaktadır. Her geçen gün güçlenen Müslümanlar, bir gün mutlaka işgal altındaki bu toprakları kurtaracak ve yeniden salih kimseler ve müminler yeryüzüne mirasçı olacaklardır. Korkak ve üzerlerine zillet vurulmuş Yahudiler`in Filistin`i boydan boya bölen utanç duvarını yapmalarının sebebi, bu toprakların öte tarafında saklanmak içindir. Batı yakasında barınamayacaklarını anladıkları için bu duvarı inşa ettiler.

42 yıldır süren bu işgale `hayır` demenin şimdi tam zamanıdır. Artık bütün bir İslam dünyasının sesini yükseltmesinin ve tüm cihana bu işgale son verilmesi ve Kudüs`ün özgürlüğüne kavuşturulması mesajını vermesinin tam zamanıdır. Kudüs için yapabileceğimiz çok şey var! 42 yıllık bu işgal sona ermeden İslam dünyasının başını dik tutması mümkün değildir!


Bugün 1 ziyaretçi (26 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol